bugün

entry'ler (208)

bir kadını dövmek için haklı gerekçeler

Tek geçerli sebep: Kadının mazoşist olması.

partiye övgü

Teoman'ın şarkısına düzülen övgü: PARTi

Sıkı sıkı tuttum ellerinden kayıp gitme hayatımdan sen de diye bazen
Ama ittim çoğu kez ürküp aşkından güçsüz yaptın diye beni sen
Oysa derinlerde hep bildim ki kanımdaydın
Öyle gurur duydum ki beni böyle büyük sevebildin diye bana rağmen
Gelmiştim, görmüştüm, yenilmiştim, sevmemiştim, tam gidiyordum dünyadan sen yokken
Öyle güzel aldın ki beni içine öyle sardın ki benim oldun ama korktum
Kaybedecek bir şeyim oldu diye korktum
Koştum bildiğim dünyaya
Parti bitmiş herkes gitmiş dava düşmüş konu kapanmış
Acıkmıştım, susamıştım, üşümüştüm
Kavrulmuştum sıcaktan sana geldim
Damağım kuru, sesim kısık, gardım inik, boynum bükük
Dedim 'yine al beni Çünkü derinlerde hep bildim ki kanımdaydın
Ama korktum kaybedecek bir şeyim oldu diye korktum
Koştum bildiğim dünyaya
Parti bitmiş, herkes gitmiş, dava düşmüş, konu kapanmış
'Seni bitirdim' dedin 'çektim kepenkleri Dedin 'öldü bendeki sen gömülü şimdiBaktım, baktım anladım
Parti bitmiş, herkes gitmiş, dava düşmüş, konu kapanmış

elin nasır tutmasını gerektirecek durumlar

hepimizin aklına ilk olarak mastürbasyon geldi. kimseleri kandırmayalım.

edit: dur aklıma gelmişken yapayım.

aşık olununca sadece arabesk dinleme isteği

sonunda insanın göç edesi de geleceğinden, müziğini önceden dinlemeyi istediği durumdur.

neden uyumuyorsun güzel kardeşim

aşığım, bir ben biliyorum. içiyorum, bir kendi kafamı beceriyorum. bir de ne kadar geç uyursam, o kadar geç uyanırım yarına. ne kadar geç uyanırsam o kadar kardayım, o kadar az zarar göreceğim yarın.
(iki cümle daha yazsam kendimi öldürecektim. iyi durdum, temiz durdum)

siz bu gübreler nasıl oluyor biliyor musunuz

ben şey diye biliyorum. belirli günler oluyor, insanlar okullara filan gidiyor, bazı partilere damga basıyor. sonra bir bakmışız: gübre.

sözlük yazarlarının favori çizgi filmleri

"rick ve morty" ve "çılgın korsan jack"in fetişistiyim.

kafayı duvarlara vurmak ama uyuyamamak

genelde bu durumun sonucunda bayılınıyor zaten. ölünmemişse, baygınlıktan uykuya da geçilebiliyor. üzdün beni gecenin kör vaktinde. sen kafayı çatır çutur vur, uyuyama. bak şu şerefsiz feleğin işine... uyutmayan mevla uyutmuyor. (geyiğim bitti. hala mı uyumadın?)

15 temmuzu unutmayacağız

benim o kadar reklamımı yapsanız, beni de unutmazsınız.

imdb de ki dil seçememe saçmalığı

Shining adlı eserin kitap çevirisi: medyum, film çevirisi: cinnet. bu ülkede bu sistem zorluyor bizi.

iletişim eksikliği ve marquis de sade eğilimi

göz altı torbaları ıslanmış barut kokuyordu. az evvel akan makyajını sildiği peçeteye sıkıca sümkürüp burnunu açtıktan sonra, peçeteyi buruşturup camdan dışarı fırlattı. önümde dizçöküp gırtlağını temizledi. buna gerek yok, dedim; biraz bira içelim, istediğin zaman giderim. hayır, dedi, biraz kafamı dağıtmam lazım ve senin ufaklık beni bir süre oyalayabilir. sümkürmeden evvel yakıp kültablasına bıraktığı sigaradan derin bir nefes alıp dumanını yüzüne üfledim. boşta kalan elimle saçlarını kavrayıp kafasını kasıklarıma bastırdım.

beş dakika kadar penisimi ve toplarımı yaladı, uzanabildiği kadar da kıç deliğimi. sonra ulaştığım sertlikten memnun kalmamış olacak ki; çekinme, istediğin kadar sert olabilirsin, dedi. bu kadarının yeterli olduğunu söyledim. değildi. saçını daha sert çekmeye başladım. birkaç defa kafasını penisimden uzaklaştırıp yüzüne irili ufaklı tokatlar patlattım. ikimizin de hoşuna gitti. tam penisim sınırlarını zorlayacak düzeyde sertleşmişti ki, durdu. yüzüme bakıp harekete geçmemi bekledi. tepki vermedim. kalkıp koltuğa oturdu. ortamızdaki sehpada duran neredeyse boşalmış şişeyle dudaklarını ıslattı.

“şuan dünyayı dolaşıyor olmalıydım. yapmak istediğim o kadar çok şey var ki. eskiden hepsine vaktimin yeteceğini düşünürdüm. farklı olacaktım. marjinal olacaktım. kırmızı vosvosum, yuvarlak gözlüklerim. şimdiyse röfleli saçlarımla otuza dayandım. yaşadığım ülkenin 81 ili var ve ben 78ini daha görmedim. bilmiyorum. şu an tibet’te bir keşişi milli ediyor olabilirdim ya da new orleans’ta her bakımdan iri bir zenci beni anamdan doğduğuma pişman edercesine beceriyor olabilirdi. ama doğduğum şehirde, on yıllık evimde, kendimden 8 yaş küçük, isteksiz bir çocuğu yalayıp, ona gerçekleşmeyecek hayallerimi anlatıp ağlıyorum.”

ona isteksiz olmadığımı söyledim. sadece yorgunum ve güçlü olduğuma kendimi inandırmam için -inanmak, bütün mesele inanmak, çükünüze inanırsanız sizi asla yarı yolda bırakmaz- bir şeyler içmeye ihtiyacım olduğunu söyledim. duymadı, ya da ilgilenmedi, devam etti.
“yapmadığım o kadar çok fantezi vardır ki. seksomanyak olduğumu düşünme. seninle tek ortak noktamız bu olduğu için, beni kolayca anlayasın diye meseleyi bu yönüyle ele alıyorum. hiçbirini yapamadan mezara gireceğim. haydi bunlar uç şeyler, bunları bırakalım. bir bira daha içmek istiyorum şu an. fakat altı saat sonra gitmem gereken iş yüzünden korkuyorum. ama yakın gelecekte bira içmeye devam etmek istiyorsam o işe gitmek zorundayım. çünkü köşeye attığım tek bir kuruşum yok. çünkü her şey zaten yeterince pahalı. güvenecek kimsem yok. yapayalnızım. geberip gitsem, cesedimi böcek basmadan kimsenin aklına gelmem. faturalar kapının önünde birikir, işten çıkartıldığımla ilgili bir not düşer telesekretere, sonra belediyeden biri gelip elektrik sayacımı mühürler. ramazan davulcusu olmayan ramazan davulcuları çalar bir kaç kez kapıyı. o kadar. yakın olduğum bir sen varsın diyeceğim ama, hayatında bir kere olsun beni aramadın. “

eli titremeye başladı. dudağını ısırıp yüzüme baktı. hiç bağırmadığı halde yüzündeki bütün damarlar şişmişti. kötü bir seksten sonra kendini ara sokaklara atıp hayatı sorgulamaya başlamış ve sarhoş bir torbacı tarafından az evvel bıçaklanmış bir fahişeye benziyordu. içten bir inilti koyverip yere yığıldığını hayal ettim. cüzdanında ne kadar para varsa alıp, üstüne basmadan evden çıkıp gitmeyi ve onun parasıyla içip, onun hakkında vasat bir seks hikayesi yazmayı . sonra gözgöze geldik. evvelden de yüzüne bakıyordum ama bir an gözlerine odaklanışım işin ciddiyetini fark etmemi sağladı. aklıma, ilerde, olursa, aforizma kitaplarıma girebilecek bir söz geldi: teketek kavgadan susarak kurtulamazsınız.

kıçımı kurtaracak ve bu geceyi olaysız atlatacak bir şeyler düşünmeye başladım. bu sırada zaman kazanmak için aradığı anda geldiğimi, aramamamın nedeninin sadece insanları rahatsız etmekten hoşlanmadığımı filan zırvalıyordum.
yüzündeki aşağılayıcı gülümseme ve gözlerindeki hayal kırıklığı gittikçe artıyordu. ona, onu sevdiğimi söylemeyi düşündüm ama muhtemelen inanmayacak ve daha fazla üzerime gelecekti. bu gece yanlış ata oynamıştım ve cebimdeki elmalar bitmek üzereydi. konuşmamı, anı yaşamakla ilgili oldukça klişe bir lafla noktaladım: bırak bu gecemiz de her zamanki gibi mükemmel olsun, gerisini yarın düşünürüz, gibi bir şey söyleyip arkama yaslandım, karnımı içeri çekip omuzlarımı şişirdim ve kasım kasım kasılarak bir sigara yaktım. samimi bir küfürle ayağa fırlayıp hışımla mutfağa yöneldi: “ebenin kör kandilini sikeyim kaan!” daha önce bu küfrü bilen bir kadın tanımamıştım.

“üç yıldır sevişiyoruz. üç yıl! bu sürede insanlar evlenir, boşanır, birbirlerini öldürür, çocuk yapar! seninle üç yıldır bir kez bile tartışmadık. gelirsin. konuştuğum şeyleri onaylar ya da onaylamaz, kendi düşündüklerini söylersin, ki bu asla bir tartışmaya dönüşmez çünkü tartışmaya girmeyecek kadar kendinden eminsin. bay “her zaman haklı”, bay “egosuna tozkondurmaz”, iyi içtiğini ima eden bakışlarla önüne her koyanı götürürsün. nezakatle argoyu mükemmel karıştırırsın, ağzın farklı laf yapar. çükün kalkarsa beni on dakika becerirsin, sonra da ya kanepeye sızarsın ya da siktirip evine gidersin. ön sevişmede, sanki bana deli gibi aşıkmış gibi bakarsın, bana aşık olup olmadığını sorsam aşık olduğunu da söylersin! ve ben her defasında umutlanırım. işte bu defa farklı olacak, benimle ilgilenecek diye. ama yoksun kaan! yine seni ben arıyorum, yine hatrını sorup gelmen için yalvarıyorum. bir kez bile olmadın.”

konuşma esnasında mutfağa gitmiş, buzdolabından ikişer bira çıkarıp genişçe bir kaba cips doldurmuş, hepsini tepsiye koyup salona dönmüş, ilk birayı yarılamıştı. verdiği eslerin hepsini, uflaya puflaya, odanın içinde bakışlarımı odaklayacak yeni bir obje arayarak geçirdim. oysa konuşmasına verdiği her arayı gittikçe daha fazla uzatıyor ve her araya girmeyişimde biraz daha hiddetlenip biraz daha yanıtlaması zor ve daha samimi şeyler söylemeye başlıyordu. konuyu sıradan bir saçmalık üstüne çekmezsem karıyı bayıltana kadar dövüp evden çıkmak ve yarın telefon hattımı değiştirmek zorunda kalacaktım ve haftada bir kendini bana koşulsuz şartsız sunan bir amcığı kaybetmeyi göze alamayacak kadar kötü bir dönemdeydim.

neden salonun ortasında üç kişilik eşek kadar kanepe varken bu saçma koltuklarda oturuyoruz, diye sordum, sanki saatlerdir bunu düşünüyormuşum da sonunda dayanamayıp patlamışım gibi. yüzüme, kendime çekici olduğumu düşüdürten, gıcık bir bakış oturttum ve yeni bir soruyla, kendimce; sevişmek istediğimi belirttiğim imamı tamamladım: biralarımıza kanepede devam edelim mi?
“hayır! burdayız cünkü karşılıklı gerçekten iki çift laf edelim istedim. çünkü sana matrix’ten bahsedeceğim. o yüzden siktimin biralarını burda içeceğiz. sevişmeye karar verirsek, ben bu koltukta sikeceksin. sonra evine gitmeyecek ya da kanepeye yığılmayacaksın. ya bu koltukta sabaha kadar konuşacağız ya da yatağa benimle girip, gerçek bir erkek olacak ve beni koynunda uyutacaksın. buradayız çünkü kanepede kedi yatacak. henüz bir kedim olmayabilir ama yarın ilk iş gidip bu eve bir kedi alacağım ve kanepe onun kanepesi olacak. hatta şimdiden oldu bile. ne olursa olsun siktimin kedimin kanepesinden uzak duracaksın. burdayız çünkü sana harcadığım vakti, sadece seninle içip düzüştüğümüz zamanlardan bahsetmiyorum. seni arayıp aramamak arasında kararsız kaldığım haftanın diğer altı gününden, ofiste masama giderken, erkan’ın masasına her defasında kıçımın aynı yerini sürttüğümde, tam o noktayı nasıl da iştahla emdiğini düşünmekten, arasıra azıp kendi saçımı çektiğimde ellerinin üzerinde beliren o belli belirsiz damarları düşlemekten bahsediyorum. korkup kaçmayacaksan bir şey daha var. gözlerin. gözlerini düşünüyorum. bana bakmadıkları zaman ne kadar da derinleşiyorlar...

devamını dinlemedim. uzanabileceği yerde herhangi bir kesici alet olup olmadığına baktım. bira şişeleri dışında hiçbir tehlike yoktu. kulağımda gititkçe yükselen bir uğultuyla tekrar yüzüne baktım. ağzı açılıp kapanıyordu, sesini kesinlikle duymuyordum. sanki kulağımın dibinde yirminci yüzyılın başlarından kalan bir altıpatlar ateşlenmişti. gözlerini sık sık kırpıştırıyor, tırnaklarıyla sehpanın cilasını kazıyordu. durup durup yaramazlık yapmış şımarık bir kız çocuğu gibi alt dudağını ısıra ısıra gülüyordu. kedinin kanepesinde şimdi bir doktor oturuyor olsa ikimize de birer gramlık sakinleştirici vurur, reçetemize en ağırından birer tane anti depresan adı karalardı.

kan beynime sıçramıştı. kalbimi şakağımda duyuyordum, sol gözümün alt kapağı seyiriyordu. mazoşist olduğunu açıkça söyleyebilen kadınlardandı. ilk yattığımız günden beri genellikle rol oyunları oynardık. şımarık efendiyle, fedakar köle ya da sert öğretmenle, tembel öğrenci veya çüküne düşkün patronla, işinden kaytarmış ama kovulmaktan ödü patlayan sekreter. uzun zamandır role iyi giremediğimi söylüyordu. oyunculuğa ve yaptığımız şeye eskisi kadar önem vermemem, onun tahrik olmasını engelliyormuş ve orgazm olmak için çabalaması gerekiyormuş. şimdi istediği olmuştu. kaltak, istediği kadar tahrik olabilecekti artık. boxerımın altında bir sertlik hissettim. elimi ağzıma götürüp nazikçe sus işareti yaptım. çenesini kapayıp dikkat kesildi. yavaş ve kararlı bir şekilde ayağa kalkıp: soyun ve diz çök amına koduğumun karısı, dedim. bir an heyecanla gülümsedi, sonra ciddileşip oturduğu yerde hızla soyunmaya başladı. babamın eski dükkanından kalma loft marka deri kemeri çıkarıp ikiye katlarken kendimi ilk kez gerçek bir tanrı gibi hissettim ve bir an kuran’ın tanrı tarafından yazılmış olması mantıklı geldi. müşfik ve merhametli bir tanrıydım ben ve bütün ipler avuçlarımın arasındaydı. ol diyecektim, olacaktı. zamanın ve makenın ötesinde. alemlerin üstünde. altında, sağında ve solunda. içinde, ben, her şeyi gören, duyan ve bilen: yaklaş yavrucuğum, sana aşk hakkında bir şeyler anlatacağım.

mavi elbiseli kadın

Barmen tezgahın altından tozlanmış bir viski bardağı çıkardı. içine iki şekilsiz buz atıp bardağı ağzına kadar doldurdu. Mavi Elbiseli Kadın’la göz göze gelmiş olsalardı, kesin bardağı taşırırdı. Kadın iri gözleriyle büyük büyük bakardı, yayından fırlamış kirpikleri ve biçimli dudağının kenarına doğuştan kondurulmuş gülümsemesi, barmende derin derin soluma isteği uyandırırdı. Yalnızca barmen değil, arkalarındaki masada oturan ve son beş yıldır yalnızca göbekli travestilerle sevişebilmiş, ki hiç sikilmediği için kendini şanslı saysa da birkaç geceyi pek net hatırlamıyor, kaytan bıyıklı kürt de sertleşen penisinin iktidarına boyun eğerek kafasında doğaçladığı sığ fantezilere dalardı. Artemis otuz yedi göğsüyle bereket tanrıçası oldu, diye düşünürdü, mekanın en ücra köşesinde, yanıp sönen, cızırtısı bar tezgahına kadar ulaşan bira reklamının altında oturan emekli tarih öğretmeni: Bu kadın iki göğüsüyle tüm kainata hükmedebilir. ince bir bıyığı ve çenesinde top sakalı vardı. Çenesindeki sakal boyuna kaşınıyordu ancak fiyakasını bozmamak için katlanıyordu. Profesörüm, derdi mesleği hakkında konu açabileceği her anı değerlendirerek, yeni bir tez üzerine çalışıyorum, ve şehirdeki barların zeminlerinde gıcırdayan parke sayısı gibi abuk sabuk tez başlıkları sıralardı.

Barda başka birileri olsaydı; kadın veya erkek, homoseksüel, travesti, biseksüel, aseksüel ya da bu çağda hangi yeni cinsiyet kimlikleri ortaya çıktıysa, muhtemelen benzer durumlar yaşıyor olurlardı. Çünkü kadında, toplumların ve doğanın kişiye yüklediği bütün cinsel kimlikleri yok sayan, cam çerçeve kıran, hatırlanan ve unutulmuş bütün dinlerde kutsal addedilecek bir çekicilik vardı. Ama barmen viskiyi taşırmadı, yüzüme bile bakmadan bardağı önüme koydu.

Mavi elbiseli kadına dün sabah Tarabya’da rastladım. ince sigarasından içli nefesler çekip dumanını süzdüğü martılara üfürüyordu. Kırsalda bir ilkokulun koridoruna asılmış, pastel boyayla çizilmiş bir manzara resmi kadar samimiydi. -Martıları süzdüğünden emin değilim, belki de yalnızca “bana öyle geldi”- Sert köşeli, büyük bir güneş gözlüğü takmıştı. Büyük gözleri olduğunu düşündüm, siyah camın arkasından kirpiklerini belli belirsiz seçebiliyordum. Kirpiklerin, gözlerini her kırpışında cama sürterken çıkardığı sesler. Ne yazık ki göz rengi konusunda hiçbir tahminim oluşmadı. Ne yaptıysam gözlerini dolduramadım. Bildiğim hiçbir rengi değdiremedim hayalimdeki gözlüksüz haline. Barmen görseydi tahmin ederdi belki. Kimbilir, ben, ona bu barda rastlasaydım, muhtemel gözlüksüz olurdu. Ancak bununla beraber, fon da değişecekti. Güneşli bir sahilin yerini döküntü bir ara sokak barı alacaktı. Bu durum ister istemez üzerimde bıraktığı etkiyi değişime uğratırdı. Sahilde gizemli görünen tek şey gözleriyken, barda kendisi gizemli bir şey haline dönüşürdü. Gizemin büyüklüğü arttıkça sahilde harıl harıl çalışan, her ihtimali göz önünde bulunduran beynim umutsuzlukla üşenmeye başlayacak , gizemi aydınlatma isteğim azalacaktı. Ayrıca güneş vurmadığında sıradan görünecek olan teni ve çoktan sigara kokmuş olduğunu biliyor olacağım saçları onun üstüne bu kadar titrememi engelleyebilirdi. Oysa şimdi, emniyeti açık bir tabanca gibi aklıma dayalıydı.

Yanına gidip ondan gözlüklerini çıkarmasını istemeliydim, ya da biraz daha sabırlı davranıp sıradan bir muhabbet açar, diyaloğumuz iki kişinin gölgesine sığınabileceği büyüklükte bir anlam ifade ederse, bir şeyler içmeyi teklif edebilirdim. Geriye doldurmamız gereken yalnızca bir, iki saat kalırdı. Sonra güneşin batmakta olduğunu fark eder ve gözlüklerini saçına kaldırırdı veya çıkartıp elbisesinin yakasına asardı ya da çantasına atardı. Bilmiyorum, iletişimde göz kontağının önemine inanan biriyse daha konuşmaya başlar başlamaz gözlüklerini çıkartırdı. Yeterince şanslıysak geceyi birlikte geçirirdik. Hiçbiri olmasa da şansımı denerdim. Şansımı, dört yaşlarında tombul bir erkek çocuğunun elinden tutuyor olmasaydı denerdim de. Yüz hatları ve ten rengi elinden tuttuğu kadına bu kadar benzemese, arkadaşının çocuğu olduğu ve çocuğun annesinin caddenin karşısındaki dükkandan dondurma aldığı (ve bunun gibi onlaraca olasılık daha) ihtimalini göz önünde bulundurup adımımı atardım. ihtimalleri gerçeğe yaklaştıran, onlara olan inancımızdır. Ama çocuk, mavi elbiseli kadına çok benziyordu. Ellerinin kavuştuğu noktada, geçmişle geleceği birbirine bağlayan bir ayna vardı sanki.

Eğer çocuk da güneş gözlüğü takıyor olmasaydı, rahatlıkla onun gözlerini alıp mavi elbiseli kadının gözlerine koymuş ve bu takıntıya kapılmamış olurdum. Böylece bütün normal erkekler gibi dar elbisesi nedeniyle pek de gizemli olamayan kalçalarına veya göğüslerine odaklanır, birkaç saat içinde de tamamıyla unuturdum. En iyisi, onu gözlüklerinden hiç ayırmamak. Vermek istediği mesaj unutulmuş, tamamlanmamış bir sürrealist tablo gibi/ kime yazıldığı hatırlanmayan, yarım bırakılmış ikinci yeni bir sevda şiiri gibi. Tezgahın öteki ucunda bir kutu kibrit duruyor. Umarım doludur. Bana da meşgale çıkar.

suya yazı yazmak gibi seni sevmek e alternatif

emedur'u emmek gibi seni sevmek.

kuşunu keseleyip yara yapan kız

az önce seviştiğim kız. regl oldu zannettim, meğer durum daha betermiş.

kitabın yerini tutmayan filmler

Stephen King'in her eseri.

gecenin şiiri

yarabbiler yarabbiler

1.
Saat olmuş yarım,
Hatunum, kıçında pireler uçuşuyor.
Yarabbiler! Yarabbiler!
Kutsayın yıkılmış harabeleri
Ve orospu çocuklarını kutsadığınız gibi
Başka başka ölmekten yorulmuş cesedimi.

Trafik lambaları boğuluyor egzoz dumanıyla.
Onları anlaya anlaya ağlamak istiyor,
Ucuz bir sigara yakıp içleniyorum.
içimde ölü şairler, sefil ama mağrur
Birer put gibi küfrediyorlar.
Öldüklerini hatırlatacak şiirler aşkediyorum
Her mısrada silikleşen ruhlarına.
Hatırlatmanın sorumluluğu altında eziliyorum.
Trafik lambaları suratımın ortasına gülümsüyor.
En azından köklü bir ağaca dönüşecek kadar beklemedim henüz.
Gelebilirsen, gidebiliriz hala.

Ne çok sustuk betonlar arasında.
Söyleyemediğin cümleler imla hatalarıyla süslenmiş ve devrikti.
Devrilmemek için birbirimize yaslandığımız zamanlarda
Zaman, ağır kanlı bir fahişeydi.
Şimdi yalnızca dalga seslerinden bahsetmek istiyorum.
işe bak ki, gözlerin bana bakmıyorlar.
Sanırım onlar da anladılar,
Anlamımın anlamındaki mantık hatasını.
Eski bir mecmuayı karıştırır gibi
Karıştırdın aklımı.

Yılmadığım için peşinden geldim.
Bazen dönüp de bir bakman gerekir.
Arkanda olduğumu fark etsen belki sana yetişirdim.
Yanyana yürürdük, fazlası değil.
Sen ise bıraktığın yerde beklediğimi zannettin.
Ayağım uyuşmasaydı, belki de orada beklerdim.

Anladık, istediğin kadar bölünebiliyorsun.
Başkalaşa başkalaşa çocuktan orospuya
Hepsini içinde barındırıyorsun.
Zedeli ruhunu alet ettiğin bu oyunda
Hiçbirine yakışmıyorsun.
Yarabbiler! Yarabbiler!
Bir bedene bin ruh koyacak kafaya
Ne çektiniz de ulaşınız?

Doğa üstü bir şeyler var deliliğinin arkasında.
Ne zaman yüzüne baksam
Eski filmlerde yanan cadılar geliyor aklıma.
Görünmek istediğin kadar güzelsin,
Zayıfı oynadığın kadar güçlü!
Neyse ki, sevişirken teksin.

2.
Sarhoşsun, kusuyorsun üstelik.
Ben bu şiire haftalar sonra devam ederken.
Tuvalet arkandan kimbilir neler diyecek.
Sarhoş değilim, diyorsun,
Kafam güzel sadece.
Ben aradaki yedi farkı sorarken
ikimizin aklından da başka şeyler geçiyordu,
Gökyüzünün o kadar da derin olmadığıyla ilgili...

3.
Oturmuş bekliyorum, sahile yakın,
Sandalyeleri rahatsız ama geniş bir cafede.
Limonlu soda asosyal olduğumu söylüyor.
Ne zaman görse kitap okuyor veyahut şiir düzüyormuşum.
Seni beklediğimi düzgün bir dille anlatıyorum gittikçe ısınan sıvıya.
inanmıyor, küfürlü küfürlü gülüyor.
Son yudumu bırakıp gelişini göstermek,
O yudumu sana içirmek istiyorum.

Birkaç dakika daha geçiyor, hiç susmuyor.
içindekilerle ilgili bir dolu açıklama,
Gerisi şişe dolusu argo,
Üstelik hava cehennem sıcağı.
Sodayı dipleyip garsona şişeyi almasını söylüyorum.
Bana söylemek istediği onlarca şey vardı galiba.
Midem gurulduyor.

Garson hakkında diyecek hiçbir şeyim yok.
Sanırım o da gelip gelmeyeceğini merakla bekliyor.
Benim dışımdaki herkes her an her ihtimalin gerçekleşebileceğini biliyor.
Hayatı çözmüş hergeleler.
Ben de çözdüm ama kabul etmiyorum.
Son zamanlarda hiçbir şeyi kabul edemiyorum.
Başta yalnızca tanrıyı reddetmek istemiştim.

Sen gelecek misin?
istanbul'un trafiğinde yitecek misin?
Yanındaki taksi şöförü cinnet getirip
Radyo istasyonlarıyla tartışmaya başlayabilir.
Ve radyo istasyoları aracın önüne atlayıp
Mübarek bir kaza ile bütün günün içine sıçabilir.

Radyo istasyonlarının bütün şehrin üzerine
Sıçabilecek güçte olduklarına inanıyorum.
Ne de olsa oldukça fazlalar.
Ve hepsi abur cabur bağımlısı.
Aynı anda tuvaletleri gelebilir.
Yarabbiler! Yarabbiler! Nasılsınız?
Ben pek iyi değilim de
Oldukça çişim geldi
Ve gözlüğümü masada bırakıp bırakmama konusunda kararsızım.
Sanırım altıma kaçıracağım.

4.

Sahil ve dolu dolu balıkçı teknesi.
Müminler denize dökülmesin diye
Bütün kıyıyı zincire vurmuşlar.
Bir çocuk salınıyor üstünde.
Sakil hayatından kurtulmak için
Atlamayı düşünüyordur belki.
Ancak iki kulaç ötesinde merdiven var
Ve bunu biliyor olmalı.
Ah! kaçıp kurtulsam ben de
Bir martının kanatları üstünde
Kaçıp saklansam yüreğine
Usul usul unutsam kendimi
Kalbinin, beni hatırlamayacağın kadar derin bir yerinde.

Baktım gökte bir kırmızı, bir uçak!
Çocuk da gökyüzüne bakıyor.
Şimdi de uçaktan atlamayı mı düşlüyorsun ulan hergele!
Kıçında pazar artığı kot, üstünde plastiği bol gömlek
Sakın seni küçümsemediğimi düşünme!

Yerdeki karafatma, bana geçenlerde öldürüp
Cesedine şiir düzdüğüm türdeşini hatırlattı.
Yeterince uzak olmasa, gösterirdim ona da
Tabanımdaki sakız artıklarını.
Halbuki hayvanları her zaman seni sevdiğim gibi severim.

Bu düşüncemden zincirlere de bahsettim.
Boğazıma sarınmak istediklerini söylediler.
Beni lime lime edip böceklere yem etmekten
Ve kemiklerimi paramparça eyleyip
Arta kalan yanlarımı denize dökmekten bahsettiler.
Gözlerimi oyacaklarmış.
Oyuk bir gözün nasıl göründüğünü hep merak ederlermiş.
Bir de ağız dolusu küfürler eşliğinde
Deyimler sözlüğü okumak istiyorlarmış.
Bunun gibi bastıramadıkları sapkın istekleri varmış.

Kalkıp o sahili bir ömürlük terkettim.
Konuşmaya devam ediyorlardı.
Uzaklaşana kadar dinlemedim.
Bir süre sonra durup kulak kabarttım,
Evet, artık onları duymuyordum.

5.
istiklal caddesi dümdüz uzanıyor,
Kestane ve ter kokularıyla.
Adını sabaha anımsayamayacağım shotlar
Başımı döndürüyor.
Neyse ki yanımdasın.
Metro bizi bekliyor.
Eğilip boynundaki tuzu emiyorum.
Dudaklarımı dudaklarına sürüyorum.
Sen benden yedi durak önce iniyorsun.
Ben evime beş durak kala
Bu şiiri bitiriyorum.

6.

Canlı müzikten şikayetim yok.
Ha şa! Adam çalıyor, söylüyor
Bir kaç yıl içinde öz abim gibi bir şeyim oldu
Ama tek çocuk olduğum için tam olarak emin değilim.
Neyse, bir masa var ki tecrit edilmiş
Bir masa ki yakışmıyor mekana.
Karşıdaki çingeneler.
Beyinleri yağ lekesi,
Tırnakları isli kırmızı.
Orospu şarkıları isteyip
Roman naraları atıyorlar.
Yarabbiler! Yarabbiler!
Onlardan bahsetmeye devam edip
Sizin ve bu köklü şiirin adını kötüye çıkarmayacağım.
Her ne kadar onlar sizin eseriniz olsa da
Bunu yüzünüze vurmayacağım.
Ayrıca söylemek isterim ki;
Yapamayacağınızı yaptım
Ve dirilttim bu şiiri.
Çünkü en sevdiğim sonlar
Sona erdirmediklerimdir,
Herkes gibi.

7.
içim ağzıma kadar dolu.
Olmadığım adam olmakla yarattığım
Bu boktan paradokstan sıkıldım.
Ve sikip attım tanıdıkların bildiği beni.
LaVey'in dediği gibi;
istemediğim iyilikleri yapmayacağım artık.

8.
Tekel dükkanının açılışı olur mu? Elbet olur.
Tuborg mankenleri anne börekleri ikram eder,
Anne tepsilerinde.
Kireçburnu'nun bütün martıları
Aynı anda bira almaya gelir
Ve sıçar misafirlerin üstüne.
Günde yirmi tane depozitolu bira içen
Gözlüklü ve göbekli bir berduş tanıdım.
Üstündeki ince yeleğiyle herkese
"Adıgüzel" diye seslenen.
Lakabı osmanmış.
Ne zaman öleceğini merak ediyorum.
Belki birkaç bira deviririz
Yarım yamalak ruhu tahtalı köye göçmeden.
Gerçek adı güzel miydi acaba?

9.
izmir'in gözleri üzerimizdeydi.
Her gece birer şarap bitirdik.
Her gece birbirimizin ağzına sıçıp
Sabahında hatırlamıyormuş gibi yaptık.

Nasılsa kayalıklar yıkılacak üstümüze
Nasılsa deniz; bize yol vermeyecek.
Boşver kadınım, düşünme!
Yok olana kadar eksilteceğim seni
Yokluğun derin bir iz bırakacak gönlümde.
O iz, Attila ilhan'ın bahsettiği izmir'e hiç benzemeyecek.
Kırılacak tahtalar, kırılacak ve dökülecek denize
Yalnızlık şişip moraracak
Ve acıtacak içlendiğimiz akşamları.

Ah nasıl da muhtaçsın ellerime.
Ellerim ki her şeye muktedir
Bir allah gibi okşuyor seni.
Aynı kelimeler
Birden fazla yakışır bazen aynı dizeye.
Yarabbiler! Yarabbiler!
Yiyorsa sayın yıldızları.

10.
Bütün yarınların aynı anda bıçakladığı bir gün hakkında bir şeyler duymuştum.
Yazmayı unutmuş başarısız bir yazardan.
Ona göre yazmak gerekmiyordu yazar olmak için.
Yatağa uzanıp gözlerini kapıyor,
Hikayeyi oluşturup kurnazca kurguluyor,
Dialogları birer birer hayal edip mekanları yastık kokularına kadar duyumsuyor
Ve trajik bir sonla uykuya dalıyordu.
Uyandığında yazdığı kitap okunmuş,
Kitlelerce tartışılmış,
Kütüphanelerde saklanmış ve unutulmuş oluyordu.

Dalga seslerinden fazla hoşlanmıyor,
Bir insanı mutlu etmek için pek efor sarfetmiyordu.
Ona göre hayatta hiçbir şeyin değeri yoktu.
Yine de insan olabildiğince çok şey hissetmeliydi,
Çünkü yapacak daha iyi bir şey yoktu.
Hikayeyi biraz da bu yüzden anlattı.
- Yarınların bıçaklandığı bir günde
Hiçbir şey hissedemezsiniz.
Böylece ölümün acısız olacağı kanaatine vardı.
- Acı çeken biri asla ölemez,
Çünkü ölüm yani hiçlik,
Yakın gelecek halini almışsa ve beyin bunu farketmişse,
Acı sinyalleri vermenin manası yoktur.
Yarınlar her kimin gününü bıçaklamışsa
O kişi için umut yoktur, umuda lüzum da yoktur.
Artık hissetmediğini söyledi.
- Ne kadar dayanırım bilmiyorum.
Bir süre sonra öldü.
Açık kalmış gözlerinde,
Mor dilinin sarktığı salyalı ağzında
Yalnız acı yoktu.

Ay kanlı bir bıçak kesiği gibiydi.
Gittikçe kızarıyordu gökyüzünün yarası.
Güneşin, bıçak niyetine ayı kullanan
Eski kulağı kesiklerden olabileceğini düşündüm.
Her gün doğup yaşamı sürdürebilmek için
Geceyi katleden onurlu bir kabadayı!
Ve hikayeyi bizzat kendimden duydum;
- Hissetmiyorum artık.

akp nin iktidarının bittiği gün

işte o gün ölmek yasak.

gündeme gelebilmek için dine sataşan orospu çocuğu

Hayatımda duyduğum en anlamlı tweet'i atan adam. sanatçı.*

john hartigan

ikinci filmi bu sene de gelmeyen filmin canını yediğim polisi. 2014'e kaldı artık.7 senedir bekliyorum, bir sene daha beklemişim çok mu.

siddartha

"om" yazdım, "hata: entry nerde?" diye yazı çıktı. anlayan anlar kardeşim bi'şiy biliyoruz da yazıyoruz. zeki yazar, çevik yazar, ahlaklı yazar.